26 Kasım 2007

5651 TOPLANTISI: 14 ARALIK 2007, İSTANBUL BAROSU'NDA...

5651 sayılı kanun ile ilgili olarak İstanbul Barosu, Turk.Internet.com ve İVHP işbirliği ile 14 Aralık 2007, Cuma günü İstanbul Barosu'nda bir toplantı yapılacak...Amacı yönetmeliklerinin de tamamlanmasından sonra 27 Kasım 2007'de yürürlüğe giren 5651'in çok yönlü tartışılması olan "Toplantı"ya bu Kanun'un uygulayıcıları, kanunun düzenlediği (çevrimiçi yayıncılar, Internet erişim sağlayıcıları, yer ve toplu kullanım alanı sağlayıcılar) alanların temsilcileri ve hukukçular katılıyor...Gelişmekte olan program hakkında Turk.Internet.com'un bu konu ile ilgili web sayfasından ya da info@turk.internet.com adresinden bilgi alabilirsiniz...

23 Kasım 2007

BİLGİ’de ESKİ BAŞKANDAN İNSAN HAKLARI DERSİ

İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski başkanı Prof. Luzius Wildhaber’ı konuk ediyor. Wildhaber 27 Kasım- 6 Aralık tarihleri arasında konuk öğretim üyesi olarak BİLGİ’de ders verecek.

1998-2007 arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanlığı’nı yürüten Luzius Wildhaber’ın yürüteceği seminer derslerinde; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi ayrıntılı olarak incelenecek ve bazı hak ve özgürlükler üzerine özel tartışma oturumları gerçekleşecek. Derslerde; Avrupa Konseyi’nin yeni üyelerle büyümesinin sonuçları, demokrasinin günümüzdeki sorunları, çokkültürlülük ve terörizm konuları Avrupa insan haklarını koruma sistemi çerçevesinde tartışılacak. İngilizce olarak gerçekleşecek seminerlerde, Avrupa’da insan haklarının korunmasına ilişkin reform tartışmalarına da değinilecek.

Prof. Luzius Wildhaber kimdir?

Basel Üniversitesi (İsviçre), Paris Üniversitesi (Fransa), Heidelberg Üniversitesi (Almanya), Londra Üniversitesi (İngiltere) ve Yale Üniversitesi (A.B.D.) gibi kurumlarda akademik çalışmalar yürüttü. İsviçre Federal Anayasası’nın Bütünüyle Gözden Geçirilmesi Komisyonu Baş Koordinatörlüğü, İsviçre Uluslararası Hukuk Topluluğu Başkanlığı, Basel Üniversitesi Rektörlüğü görevlerini üstlenen Wildhaber; 1998-2007 yılları arasında ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanlığı görevini sürdürdü. Yayımlanmış 9 kitap ve 200’den fazla makalesi bulunuyor.

27 Kasım- 6 Aralık 2007
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Dolapdere Kampüsü
Kurtuluşderesi Caddesi No: 47
Dolapdere

Halkla İlişkiler: Arzu A. Girgin 0212 311 73 60 aaslan@bilgi.edu.tr
Ceren Nefes 0212 311 73 61 cerenn@bilgi.edu.tr

17 Kasım 2007

19 ve 26 Kasım Pazartesi, Açık Radyo'da: Prof. Dr. Öget Öktem TANÖR ile "BÜLENT TANÖR ÖZEL PROGRAMI"




Açık Radyo'da Bu Pazartesi (19 Kasım) yayınlanan ve 26 Kasım Pazartesi yayınlanacak Bilgi Çağının Hukuku programlarını 28 Kasım 2002'de aramızdan ayrılan saygıdeğer Prof. Dr. Bülent TANÖR'e ayırdık... Konuğumuz onun eşi ve arkadaşı nöro-psikolog Prof. Dr. Öget Öktem TANÖR.

Öget Öktem Tanör'ü, -bizler İ.Ü.Hukuk Fakültesi öğrencisi iken- tıpkı Bülent Tanör gibi Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı kürsüsünde Anayasa Hukuku asistanı olarak tanımıştık. Sonra "nasıl olup da bilim dalı ve meslek değiştirdiğini" sorarak başladık programa. Hukuk öğrenirken bile aklı ve yüreği "tıp"ta olduğu için sıkça Tıp fakültesinin derslerini dinlediğini, 1968'de tamamen bu alana geçtiğini öğrendik. Öget Hanım'a onun gidişinin ardından (5 yıl içinde) biri Legal'den, diğeri Oğlak yayınları'ndan Mehmet Alkan'ın editörlüğünde) iki armağan kitabı birden çıkarıldığını, "söyleyecek sözü olanların daha da çok olduğu"nu anımsatınca, bunu dost ve öğrencilerinin "vefa"sına bağladı ve onlara teşekkür etti. Esasen onların 30 Kasım 2007'de, -Bülent Tanör'ün katıldığı son bilimsel toplantı orada olduğu için- Marmara Üniversitesi'nde bir de "5. Yıl Anma" programı hazırladığını, yıllar önce Cenevre'de birlikte çalıştıkları Prof. Dr. Andreas Auer'in bunu duyunca kendi olanakları ile bu toplantıya katılacağını da ekledi. (Ayrıntılı programı aşağıda bulacaksınız, Sayın Gürhan Ertür'e bugünkü yayının hemen ardından bu belgeyi gönderdiği için çok teşekkürler. A.T)

Sonra doğum yılı olan 1940'dan alarak Bülent Tanör'ün yaşam öyküsüne geçtik. Beylerbeyi'nde doğup, yoğun ilgi, sevgi ve İstanbul kültürü ile büyüdüğü, aile içinde başlayan genel kültür eğitiminin Galatasaray Lisesi'nde en çok sevdiği Fransızca, Felsefe ve Sosyoloji ile pekiştiği yıllar... Fen dersleriyle pek başı hoş olmayan Tanör'ün Doçent hatta Profesör olduktan sonra bile arasıra gördüğü kabus ile karışık rüya; "akademik barajı geçtiğinin kesinleşmesi için GSL'den eksik kalan fizik sınavına girmesi gerektiği" !

"Beylerbeyi Kültür Cemiyeti"ne katkıları... Arkadaşı Onur Öymen ile birlikte bir yaz tatilinde Alucra ilçesinin "Yukarı Zaapa" köyüne alfabelerle gidip köylü çocuklarına okuma yazma öğretmeleri... Babasının ataşe-militer olarak atanmasından sonra yaz tatillerinde gittiği Belgrad'da Yugoslav gençlerinin yol ve tünel yapımı projelerinde çalışmalarından nasıl da etkilendiği... Yıllar sonra Öget Hanım ile birlikte o tünellerden geçerken bunu anımsaması... Sonra yine beraberce gidip o yıllardaki ilk romantik aşkının kapısını çaldıklarında artık evlenip bir de çocuk annesi olan zamanın balkanlı genç kızının bir saniye içinde "Aaa, Bülent" diye onu tanıması...
İstanbul Hukuk Fakültesi'nde Öget Hanım yeni asistan olmuşken, Anayasa Hukuku sözlü sınavında sırasını kaçırıp sonradan alındığı sınavda herkesi olağanüstü etkileyen Bülent Tanör'ün
1964'de Kubalı kürsününe asistan oluşu...

Bugünkü ilk programda geldiğimiz yer burası... Arada onun çok sevdiği bir Türkçe tango çaldık; Şecaattin Tanyerli'den "Yıllar Var ki"!

******************************************************
26 Kasım 2007, Pazartesi
Kaldığımız 1964 yılından alarak Tanör'ün yaşam öyküsüne devam ettik.
1969'da Doktor, 1977'de doçent ve 1992'de profesör oluşu...
Eserleri...
Son yıllar malum, daha çok üzücü anılar içeriyordu...
Görevden uzaklaşmak zorunda kalmalar, geri dönüşler, Cenevre, Paris, İstanbul...
1402'lik olma durumu...
Öget Hanım, Armağan kitaplarda kendine ait bölümlerde B.Tanör'ün "karakter özelliklerine değinmediğini ancak yaşam öyküsünü özetlediğini" vurgulamıştı. Ben yine de bir adım atıp, başına gelen üzücü durumlarda O'nun bir insan olarak nasıl tepki verdiğini sordum...
Yanıt, "canının sıkıldığı, ama amaçladığı yolda ilerleme bağlamında daha çok kamçılandığı" oldu...
Bu programda Eleni Karandriou'nun "Adagio"su ile ara verdik...
İkinci yarıda çok da ilginç bir haber verdi Öget Hanım. Tanör'ün Türkiye'deki Anayasa hukukçularını mercek altına aldığı çalışmasının "Padişah Albümleri" başlığıyla yakında basılacak olması! Hatta Tanör'ün kendisi de kitapta yer alıyor. Bir anayasa hukukçusu kimliğiyle Tanör'ü, -ikinci armağan kitabını hazırlayan- Mehmet Alkan yazmış...
Programın sonuna doğru, Öget Hanım'ın aklına, yine onun bir "karakter özelliği" geliyor... Tanör'ün artık iyice canının sıkılıp "istifa" etmeye karar verdiği günler... Bir akşam kapı çalınmış, postacı çok kalın bir zarf getirmiş. Zarfta Tanör'ün diploma alan öğrencilerinden gelen resimler ve her birinin törenden sonra ona teker teker yazdığı mektuplar var. Bunları okurken çok duygulanan, hatta göz yaşlarını tutamayan -burada Öget hanım, "onun ağladığına hiç tanık olmamıştım o ana kadar" diye altını çiziyor- Bülent Tanör, o akşam istifa etmekten vazgeçiyor. "İşte o kadar bağlıydı öğrencilerine, onlara duyduğu sevgi, kendi kişisel sorunlarından önce geliyordu, bunu paylaşmak istedim şimdi" diyor Sayın Öget Öktem Tanör...
O'na "merhum" filan gibi lafların hiç yakışmadığını, onun bir "olumluluk kavramı" olarak hep "varolduğu"nu söylüyor ve teşekkür ediyorum...

** * * * * * * * * * *
Bülent Tanör Anısına düzenlenen toplantıyı tekrar anons ederek programı kapatıyoruz...
* * * * * * * * * * * *
Sonra birlikte Taksim'e doğru yürürken, Hocamız yaşarken ona yapılan haksızlıkları protesto için açtığım çevrimiçi dilekçeden sözediyorum... Anımsıyor... Sonra dimdik yoluna devam ediyor... Kendi öğrencilerine doğru...

10 Kasım 2007

12 Kasım 2007, Pazartesi, Açık Radyo'da TUNCER ÜNEY

Atatürk'ten sonra bu ülkenin güzel ve aydınlık insanları nedense hep Kasım ayında bizden ayrılıyorlar...

Internet ve Hukuk Platformu'nun Koordinatörü, Türkiye Bilişim Vakfı'nın Projeler Koordinatörü, Matematikçi ve bilişim dünyasının alçakgönüllü, fakat büyük emekçisi, Türkiye Bilişim Ansiklopedisi'nin baş editörlerinden Tuncer Üney de 2005 yılının 10 Kasım'ında elim bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrılmış, 12 Kasım'da da İstanbul'da toprağa verilmişti...

Onun soylu duruşuna yakışır bir anma töreni düzenleyemedik bu yıl, ama yine de onun anısına bir gönderme yapmak istedik...

12 Kasım 2007, Pazartesi günü Açık Radyo'da yayınlanacak "Bilgi Çağının Hukuku" programını ona ayırdık.
Pazartesi sabahı 10.30'da yayına (FM 94.9) girecek programda, Tuncer Bey ile 2002 yılında ve yine bir Kasım günü Açık Radyo'da "e-devlet" konusunda yaptığımız bir röportajı (saygıdeğer ailesinin de izniyle) aynen yayınlayacağız.

Programı dinlerken (İstanbul dışındakiler http://www.acikradyo.com.tr/ üzerinden erişebilir, haftaya da çözülmüş metni buradan paylaşacağız sizlerle) Tuncer Bey'in bundan 5 yıl önce söylediklerinin çoğunun, bugün bile hala güncelliğini koruduğuna tanık olacaksınız... Örneğin sokak adlarının gelişigüzel değiştirilmesinin "bilgiyi öldürmekle eşdeğer" olduğunu belirtmiş. (Nüfus Kanunu vesilesiyle geçen yıldan bu yana yapılan kapı numarası değişikliklerini görseydi nasıl yorumlardı acaba?) Keza Tarihi Kentler Birliği ve Türkiye Bilişim Vakfı işbirliğiyle yapılması planlanan, TKB üyesi belediyelerin e-devlet hizmetlerini kolaylaştırma çalışmaları heyecanla anlatıyor... Hele "devlet" kavramımıza egemen ve değişmesi gerektiğinin altını çizdiği iki paradigmadan da sözetmiş ki bunlardan biri; "her bireyi potansiyel suçlu olarak görme ve düzenlemeleri buna göre tasarlama", şu son günlerdeki uygulamalarla hala "yüzdeyüz" örtüşüyor...
------------------------------------------------
Tuncer Üney ile 25 Kasım 2002'de yaptığım ve bu yıl 12 Kasım'da yine Açık Radyo'da aynen yayınlanan söyleşinin tam metni:



“İnternet ve Hukuk”
25 Kasım ’02 – Pazartesi 16.30 -17.00 -
Hazırlayan ve sunan: Avniye Tansuğ

Avniye Tansuğ: İyi haftalar Açık Radyo’nun sevgili dinleyicileri. İnternet ve Hukuk Programı’nda bugün, İnternet ve Hukuk Platformu Koordinatörü, aynı zamanda Türkiye Bilişim Vakfı Projeler Koordinatörü Tuncer Üney bizimle. Hoş geldiniz Tuncer Bey.

Tuncer Üney: Hoş bulduk, teşekkür ediyorum.

AT: İyi haftalar diliyorum size de. Bugün Tuncer Bey’le e-devlet, e-belediye ve genel anlamda devletin yeniden yapılanması konularına değineceğiz ama bir noktada odaklanacağız ve oradan söz İnternet ve hukuk kavramlarına geçecek. Demin, programdan önce Drama’dan bahsediyorsunuz, Drama Köprüsü’nden, enteresan bir anıydı, isterseniz oradan girelim programa, ne dersiniz?

TÜ: Tabii, olabilir. Benim ilgilendiğim bir konuyla dolaylı olarak ilişkilendirdiğim için onu bir anekdot olarak anlatmaktan memnun olurum gerçekten. Türkiye Bilişim Vakfı’nın Yunanlılar’la kurduğu bilişim alanındaki işbirliği platformları çerçevesinde, Selanik’teki toplantılara gidip gelirken, ki arabayla gidip geliyorduk o zaman, yol üstünde “Drama” sapağını farkettik, yaklaşık anayoldan 20 km. kadar içeride bir yermiş. Drama, bizim kültürümüzde, türkülerimizde geçen bir tarihi Türk kenti olması nedeniyle dikkatimizi çekti ve gidip görmekistedik. Oraya gittiğimizde, türküde Dramalı Hasan’ın adının geçtiği köprüyü merak ettik, acaba hala duruyor mu, görebilir miyiz, diye. Orada tabii ki bize rehberlik edecek kimseyi bulamadık, o kısa ziyaretimiz sırasında, çok fazla da bilgi alamadık ama çok güzel bir mekanda, bir kaynak suyunun üstünde, küçücük bir köprü gördük...

AT: Bir “Drama Köprüsü” buldunuz yani...

TÜ: “Herhalde orasıdır” diye kendi kendimizi teselli ettik ama beklentilerimize de uyan bir köprü olmadığı için biraz üzüntü duyduk. Bu konuyu açmamın nedeni de şu, yerel yönetimlerin isimlendirme konusundaki çalışmalarıyla ilgili. Bu konu benim bundan önceki dönem yerel yöneticilerin seçimiyle dikkatimi çeken bir konu oldu.

AT: Mesela, pardon, sokak adı değişiyor, mekanlar değişiyor, meydanların adları değişiyor, bunu kastediyorsunuz, değil mi?

TÜ: Evet, evet, bunu kastediyorum. Tabii ki belediye yeni yaptığı bir takım alanlara, sokaklara, caddelere, anıtlara, köprülere yeni isimler verebilir, ama, benim bilişim açısından önemli gördüğüm konu, eskiden verilmiş isimlerin değiştirilmesi. Hatta öyle bir haber yansıdı ki gazetelere, seçimlerden sonra, bir kentimizde yeni gelen belediye yönetimi şehirdeki bütün isimleri, sokak adlarını filan değiştirmeyi kararlaştırmış, belediye meclisi böyle bir karar almış ve bu benim çok canımı sıkmıştı. O nedenle konuyla o günden beri yakından ilgileniyorum.

AT: Peki siz, Türkiye Bilişim Vakfı olarak da bir girişimde bulunmuş muydunuz, bu konuda?

TÜ: Hayır, maalesef, bu konuda Vakıf olarak bir girişimde bulunmadık ama ben kişisel olarak bu konuyla ilgili gelişmeleri takip ediyorum ve bunu bu şekilde uygun ortamlarda dile getirmeyi düşünüyordum, bana bu fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim. Gerçekten bu, bilgiyi öldürmek anlamına geliyor, yani bir eski sokağın adını, bir meydanın adını ya da bir tarihi eserin adını değiştirerek ona yeni bir ad vermek, bu bilgiyi öldürmek anlamına geliyor, kentin tarihini de öldürmek anlamına geliyor. Çünkü bu bilgi, kimse o bilginin hangi kitapta, hangi haritada, hangi anıda, hangi gezi notlarında, hangi turizm rehberinde, edebiyatta o şekilde geçtiğini bilemez. Siz o ismi değiştirmekle, tümüyle burada, bu ana kadar arşivde yer almış bütün bu bilgilerin hepsini öldürmüş oluyorsunuz. Bu, bence, bilginin katledilmesi anlamına geliyor ve bu açıdan bu konuyu çok önemsiyorum. Yerel yöneticilerimize önerim, gerçekten bu konuda çok titiz davranmaları, eski verilmiş isimler ne olursa olsun, onu aynen korumalarıdır. Yeni yapacakları şeylere tabii ki istedikleri isimleri verebilirler, onda hiçbir sakınca göremiyorum.

AT: Tarihi Kentler Birliği üyesi Çanakkale, bu konuda bir proje başlattı, biliyor musunuz? Sokak adlarından kent kültürünü analiz etmeye çalışıyorlar. Gidebildikleri kadar derine inip, Ahmet Bey Sokağı mesela, basit, neden Ahmet Bey Sokağı, Ahmet Bey kimmiş, neymiş, ne yapmış, ne etmiş, gibisinden...

TÜ: Çok güzel, çünkü bu, kentin tarihi demektir.

AT: Kimliği...

TÜ: Kimliği demektir, dolayısıyla hem kentinizin kimliğini yok ediyorsunuz, hem de o bilgilere erişilmesini önlemiş oluyorsunuz.

AT: Tuncer Bey, Avrupa Birliği açısından da bu konu çok önemli, biliyorsunuz. Şimdi son çıkan bir direktif var, kesinleşmedi henüz, o kesinleşince bütün üye ülkeler imzalayacaklar ve bilgiye erişim özgürlüğü yasal düzenlemeleri bağlamında her ülke minimalist bir yaklaşımla ortak bir yasa metnine imza atacak. En azından bir, ne derler, asgari müşterekte buluşturmak için, Avrupa Birliği bunu istiyor ve en önemsenen devlet bilgilerinin başında da bu ulaşım bilgileri, yol, sokak, filan geliyor. Evet, neyse, şimdi gelelim esas konuşmak istediğimiz konuya. “Devletin yeniden yapılanması”, tırnak içinde, bugünlerde hep konuşuluyor. E-Avrupa, e-Türkiye, e-yerel yönetimler geliyor hemen arkasından. Bize kısaca toparlar mısınız bu konudaki yaklaşımınızı?

TÜ: Şimdi, devletin küçülmesi diye bir konu, geçen yıllardan beri konuşuluyor. “Devlet küçülsün” deniyor, ama nasıl küçülecek? Bu sorunun cevabı çok önemli. Dolayısıyla, bunun için iki yaklaşım var, bir, yukarıdan aşağıya yaklaşım, ki o devletin şu anda üstlendiği bazı işlevleri özel sektöre veya sivil toplum örgütlerine devretmesi şeklindedir. Böyle bir küçülme olabilir. Esas küçülme de tabii ki iş süreçlerini yeniden gözden geçirerek ve şu anda çok yavaş işleyen devlet çarklarını hızlandırma yönünde olabilir. Bu da devlette küçülmeyi sağlayabilir. Dolayısıyla, devlet verdiği hizmetlerin her birini, her yaptığı işi, bilgi teknolojilerine dayalı olarak yeni baştan tasarlayıp, en etkin, en verimli, en kısa şekilde nasıl yapabilir, o şekilde bunları gözden geçirmeli ve bu süreçleri yeniden tarif etmeli. Tanım sonunda şu çıkıyor, bu iş süreçlerini yerine getirmek için kaç kişiye ve ne nitelikte kişiye ihtiyaç var, bu ortaya çıkacak ve bu kişilerin dışındaki kişilerin de zaten gereksiz kişiler olduğu devlette anlaşılacak. Dolayısıyla onları başka bir alanda, başka bir işte çalışmaya yönlendirmek gerekecek.

AT: Peki bunu yapmaya kalkışmak dahi bir paradigma değişikliğini gerektirmiyor mu? Niye yapsınlar yani, durduk yerde?

TÜ: Şimdi, tabii ki devletin çarkları çok yavaş işliyor, bunu herkes kabul ediyor, yani devlet kademesinde olanlar da, yahut şu anda hükümette olanlar da bunu kabul ediyorlar. Nitekim ben, yeni partinin, hükümetin hükümet programını da dinledim. Bu konudaki yeniden yapılanma çalışmalarına önem vereceklerini söylüyorlar. Bu herkesin kabul ettiği bir gerçek ama nasıl yapılacağı bence çok daha önemli. Burada, devletin şu andaki iş süreçlerini olumsuz yönde etkileyen iki tane temel paradigma, temel anlayış görüyorum. Dolayısıyla, bu temel anlayışları değiştirerek ancak iş süreçlerinin tanımlarına yeniden başlanabilir. İsterseniz onu biraz daha ayrıntılı olarak aradan sonra konuşalım.

AT: Evet, lafınızı unutmayın, lafınızı müzikle keselim. Hem de hangi müzikle keseceğiz, biliyor musunuz? Burcu Kuğu’ya bakıyorum, teknik masadaki arkadaşımız, evet hazırız. “Drama Köprüsü”!

TÜ: A, çok sevinirim!

AT: Sizin için Fuat Saka kaydını bulduk.

TÜ: Teşekkür ediyorum.

ARA

AT: Evet, “adam öldürmeyi oyun mu sandın Hasan?” diyor Tuncer Üney, Türkiye Bilişim Vakfı Projeler Koordinatörü, konuğumuz, o da diyor ki, “bilgiyi öldürmeyin, bilgiyi öldürmeyi oyun mu sandınız?”. Evet, oyun tabii, çok kolayca öldürüyorlar ve bu türküyü çalmamızın sebebi de, Türkiye’de sıkça sokaklar, meydanlar gibi kamuya açık yerlerin adlarının sorumsuzca değiştirilmesinin Tuncer Üney’in altını çizmesiydi.

TÜ: Evet, protesto ediyorum.

AT: Protesto ediyorsunuz... Peki, Tuncer Bey, paradigma dönüşümü gerekiyor, dedik, değişikliği gerekiyor, dedik, siz “iki temel konu var” dediniz...

TÜ: Evet, bence devletin bugünkü, vatandaşa götürdüğü hizmetler açısından, bürokrasi açısından iki tane değişmesi gereken temel anlayış var. Bunlardan birincisi, uzun yıllardan beri bizim kültürümüze yerleşmiş, yani temel rehberimiz olmuş bir şey. “Önce devlet” denir hep, devlet en üst noktadadır...

AT: “Allah zeval vermesin” denir...

TÜ: ... Ve vatandaşlar ona hizmet etmekle yükümlüdür ve dolayısıyla, “önce devlet” anlayışı hakimdir. Ve bu çerçevede de, devlet katlarında oturanlar da vatandaşa bu gözle bakarlar, yani onları kendilerine hizmet etmekle yükümlü birer kul, köle şeklinde anlarlar...

AT: Haydi “baba-oğul” diyelim...

TÜ: Evet. Ama, temel anlayış bu. Dolayısıyla, bu böyle olduğu zaman da, bir devletin vatandaşlara yönelik bir hizmetinin yerine getirilmesinde hep devlet düşünülerek gerekli işlemler, adımlar, bürokrasi, belgeler, buna göre biçimlendiriliyor. Bu da tabii ki, devlet çarklarının yavaş dönmesinde, vatandaşların bürokrasiden canlarının yanmasına sebep olan bir temel anlayış. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor, bu anlayışın tersine dönmesi gerekiyor. “Önce devlet” değil, “önce yurttaş, vatandaş”. Çünkü devlet, bugünkü anlayışta, yurttaşına hizmet etmek için varolan bir kurumdur. Dolayısıyla, bu anlayış çerçevesinde bütün yapılanmasını ve bürokrasisini düzenlemek durumundadır.

AT: Ama önce onların kendini buna inandırması gerekiyor, değil mi?

TÜ: Kuşkusuz. Dolayısıyla, bir devletin yeniden yapılanması söz konusu ise, bu anlayışın önce yerleşmiş olması gerekiyor.

AT: Diğeri ne?

TÜ: Diğeri de bence, yine bunun kadar önemli bir anlayış. O da, Türkiye’de, ülkemizde, vatandaşı potansiyel suçlu olarak görme anlayışıdır. Öyle ki, her yapacağımız işte, hizmette, vatandaş bunun bir açığını bulacak ve bir suç işleyecek. Dolayısıyla, o açığı vermemek için, bütün prosedür üstünde bir sürü önlemler konmaya çalışılır ve de bu da o yapılacak işin bürokratik açıdan çok ağırlaşmasına, basamakların artmasına, vatandaşın bir sürü gereksiz işlemleri, belgeleri doldurmasına, yerine getirmesine sebep olabilir. Bu da bence devletin çarklarının çok yavaş dönmesinin arkasındaki ikinci temel anlayıştır. Halbuki, bunun da önlemi çok basittir, yani önce herkesi suçsuz kabul etmek ve bütün iş süreçlerini buna göre düzenlemek gerekir. O takdirde işler gerçekten çok basit olacaktır, çok kısa sürede çözümlenecektir. Ve bu şekilde kolaylaşacaktır, çarklar hızlı dönecektir. İş süreçlerinin yeniden gözden geçirilmesinde bu anlayış da hakim olursa, o zaman doğaldır ki, işler çok daha kolaylaşacaktır. Bu arada suç işleyen olabilecektir, ama yani yüz kişiden bir kişi suç işleyecek diye 99 kişinin hayatını karartmanın anlamı yok. Dolayısıyla, bundan vazgeçmek gerek. Suç işleyene de gerekli ceza neyse onun verilmesi gerekir diye düşünüyorum.

AT: Peki, zaten bu e-Avrupa, e-Avrupa+, e-Türkiye ve e-devlet projelerinde, vatandaşa sunulacak hizmetler elektronik ortama taşındığında, elektronik ağ üzerinden bu hizmetlere erişim mümkün olduğunda, o olası suç işleme ihtimalleri de ortadan kalkmıyor mu? Hani şu şeffaflaşma prosesi hızlanmış olmayacak mı?

TÜ: Kesinlikle öyle. Zaten bu e-Avrupa, e-Türkiye, onun altında e-devlet kavramlarının arkasında yatan düşünce, temel anlayış bu. Vatandaşa hizmetlerin en kısa yoldan ve İnternet üzerinden götürülmesi amaçlanıyor. Dolayısıyla böyle bir anlayış içinde zaten bu iki paradigma değişikliğini yaptığımız takdirde, bilgi teknolojilerine dayalı olarak çok kısa, net, çabuk işleyen iş süreçleriyle vatandaşa hizmet etme imkanını bulabileceğiz diye düşünüyorum ben.

AT: Tuncer Bey, şimdi siz burada yokken, diğer arkadaşlarımızla, dostlarımızla burada program yaparken, dinleyicilerimizden sürekli takip edenler hatırlar, durmadan biz sizin kulağınızı çınlatıyoruz. Sebebi de, Türkiye Bilişim Vakfı, Tarihi Kentler Birliği, hatta ÇEKÜL Vakfı, arada katalizör olarak, bu üçgen dahilinde, biz sizinle birşeyler planlıyoruz, alttan alta, içten içe. Güzel bir konu bu, yani iyimser sonuçları olabilecek bir girişim. Bunu dinleyicilerimize açıklar mısınız, lütfen?

TÜ: Tabii, memnuniyetle. Bu, demin sözünü ettiğimiz e-Türkiye çalışmaları çerçevesinde merkezi hükümette bir takım çalışma grupları var, onlar değişik konularda merkezi hükümetle ilgili çalışmalar yapıyorlar. Ama doğrudan yerel yönetimleri hedef alan bir çalışma grubu yok. Dolayısıyla biz bu boşluğu dolduracak bir proje üretmeye çalışıyoruz. Bu projemiz de şöyle, bu Tarihi Kentler Birliği, ÇEKÜL ve Türkiye Bilişim Vakfı bir arada, öncelikle Tarihi Kentler Birliği’ne üye belediyelerin ihtiyaçları göz önüne alınarak bir yerel yönetim çözümü üretmek, bunu en büyük belediyeye göre tasarlayıp, ama modüler bir şekilde düşünmek, küçük birimler, modüller şeklinde. Dolayısıyla, bunu projelendirmek ve hayata geçirmek. Bu modüllerden hangileri, hangi belediye tarafından istenecekse, onları kendi belediyesine uyarlayıp kullanabilmesini sağlamak. Böylece, diyelim ki Tarihi Kentler Birliği için, işte 100 belediye mi var şu anda...

AT: 110.

TÜ: ...110 belediye için bu işi ayrı ayrı yapmak yerine, tek elden yapmak, hem zaman, hem para tasarrufu sağlayacak. Yerel yönetimler böylece e-yerel yönetim anlayışına göre kendilerini çok çabuk yeniden organize etme fırsatı , hem de maliyet olarak katlanabilme olanağı bulacaklar. Çünkü aynı işlerin 110 kere yapılması söz konusu. Bu da hem zaman, hem de para olarak çok büyük boyutlara ulaşıyor, zaten Tarihi Kentler Birliği’ne üye küçük belediyelerin bu türlü giderleri kaldıracak olanakları yok, bütçeleri çok kısıtlı. O nedenle, küçük belediyeler açısından bunun çok büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

AT: Öte yandan, Tarihi Kentler Birliği’nin zaten ülke genelinde yerleşik bir örgütlenmesi var, umarız bu iki konu tez zamanda sinerjik bir şekilde hayata geçer. Süremiz doldu Tuncer Bey, çok çok teşekkür ediyorum, zahmetleriniz için. Sizi daha sık bekliyoruz, bu özellikle sonuncu projeyi anlatmanız için. Söylemek istediğiniz bir şey var mı, kapatmadan?

TÜ: Hayır, teşekkür ediyorum, bu fırsatı verdiğiniz için.

AT: Estağfurullah, iyi günler sayın dinleyiciler.

5 Kasım 2007

5 Kasım, Pazartesi, Açık Radyo'da Av. Vedat GÜRER ile yargıç ve savcılar

Bugün Av. Vedat GÜRER ile "bilgi çağında hukuk öğrenimi ve yargıç ve savcıların durumu" etrafında konuştuk. Av. Gürer de tıpkı Prof.Dr. Ülkü AZRAK gibi, hukuk öğreniminde "felsefe"nin önemi üzerinde durdu uzun uzun. Daha sonra avukatların meslek yaşamı içinde kendi bilgilerini artırma ve güncelleştirme konusunda daha çok vakitleri olduğundan bahisle "önemli olanın" yargıç ve savcıların bu konudaki olanakları - ya da olanaksızlıkları- olduğuna değindi. Sınırlı gelir, sınırsız mesai zorunluğu, sık sık yapılan tayinlerle coğrafya coğrafya dolaşma endişesi, aşırı iş yükü, donanımsız adliye binaları ve daha bunlar gibi pek çok olumsuz koşullarla sarılı yargıçların hem sağlıklı yorumlar ve kararlara varma hem kendilerini geliştirme ve çağa ayak uydurma açısından "zor" durumda olduklarını vurguladı... BAtıdaki örneklerle kıyaslama da yapan Av. Gürer hayli "anlayışlı" ve "empati dolu" bir günündeydi!

Arada yine "Beattles Go Baroque" albumünden "We Can Work It Out" çalındı...

3 Kasım 2007

İRAN'LI "BLOG" ÖNCÜSÜ HÜSEYİN DERAKŞAN ALEYHİNE DAVA AÇILDI!

Iranian Blogger Hossein Derakshan Sued for Defamation in Canada
Posted October 31st, 2007 by Sam Bayard
in





Hossein Derakshan, an Iranian-born blogger based in Toronto, reported yesterday that he had been sued for defamation in a Canadian court. Derakshan is a prominent figure in the history of the Iranian blogosphere. In 2001, he developed the technological solution that enabled Iranian bloggers to blog in Persian and published a widely-used set of instructions on "How to make a blog in Persian" using Blogger.com's free service. (For more information on Derakshan and the Iranian blogosphere, see Wikipedia's entry on "Iranian blogs" and Meron Rapoport's article, "King of the Iranian Bloggers," on Haaretz.com.)
The lawsuit is just the latest chapter in a dispute that began this summer. In late July, counsel for Mohammed Mehdi Khalaji, a fellow at the Washington Institute for Near East Policy, sent a letter to Derakshan, his domain registrar (GoDaddy.com, Inc.), and his hosting service (Hosting Matters, Inc.). The letter complained of defamatory statements allegedly made in a number of Derakshan's Persian-language posts in October 2005. According to the translation from Persian attached to the letter, these posts claimed that Khalaji was working for a right-wing think tank that openly supported the policy of "regime change" in Iran and was "giving ideas to the cruelest and dirtiest enemies of Iran and humanity." The letter also appears to take issue with a claim that Khalaji was "the only Iranian who has worked for both Khameni's office and Dick Cheney's, who intends to bomb Khalaji's former office building plus thousands of men, women and children living in the surrounding area." (Derakshan disputes the accuracy of the translations and Khalaji's interpretation of his statements.)
Khalaji's letter indicated that GoDaddy and Hosting Matters (both U.S. companies) were "implicated in the activities conducted [on Derakshan's blogs]," and that Khalaji's claim extended to these companies as publishers. It demanded that the recipients take down the offending posts, publish a letter of "contrition, apology, and retraction," and pay Khalaji $10,000. After a lengthy back-and-forth between Derakshan and Hosting Matters, the hosting service terminated Derakshan's accounts, and he moved his blogs to another hosting service. The blogs went back up after a few days, apparently with the disputed posts still in place.
Khalaji sued Derakshan in the Ontario Superior Court of Justice on October 19. It does not look like Khalaji pursued further action against Hosting Matters or GoDaddy. This is somewhat surprising given that Derakshan probably doesn't have the $2,000,000 in requested damages and Canadian law does not have an analog of CDA 230 (47 U.S.C. § 230(c)), which insulates service providers in the United States from liability for the statements of "another information content provider." But it's a truism by now that lawsuits of this kind are motivated more by a desire for personal vindication than for money.
This is a fascinating and difficult case because the statements fall into a grey area between spirited political argument and personal attack. It seems to me that most of the complained of statements are either opinion or hyperbole, and a reasonable reader likely would understand them to be so. But courts, at least courts in the United States, examine statements of opinion to determine if they are based on or presume underlying facts. If they do, they can still be actionable. We'd love insight from our readers on how Canadian libel law might change the analysis.
Kaynak: http://citmedialaw.org/blogger-hossein-derakshan-sued-defamation-canada